DAVRANIŞLARIMIZ HAYVANLARIN DOĞASINI DEĞİŞTİRİYOR

Evcilleştirme, insanların bir başka türün evrimsel sürecine müdahale etmesi sonucu yeni türlerin evrimleşmesi şeklinde tanımlanabilir. Böylece hayvanlar vahşi atalarından farklılaşarak evcil olmuşlardır ki bu da aslında kendi doğasından farklılaştığının bir göstergesidir. Burada değinilmesi gereken başka bir kavram olan ehlileştirme ise bir hayvanın, insanların bulunduğu yerlerde rahat bir şekilde yaşamını sürdürebilmesi için davranışsal olarak alıştırılmasıdır. Bu kavram evcilleştirmeden tamamen farklıdır. Zira evcilleştirmede hem evrim hem öğrenme varken ehlileştirme sadece öğrenmeyi kapsamaktadır. Etnologların yapmış oldukları araştırmalara baktığımızda, Neolitik çağda yani M.Ö. 12.000 yılında ilk olarak köpeğin, daha sonra 7000 yıllarında domuz ve keçinin, 6300-6500 yıllarında inek ve koyunun, 3500 yıllarında kedinin ve 3000 yıllarında da at, eşek ve devenin evcilleştirildiğini görüyoruz. İlk evcilleştirilmiş hayvanlara Ortadoğu’da rastlanıyor, ancak in­san göçleriyle birlikte Avrupa ve As­ya’ya yayılıyor.

Temelde evcilleştirilen hayvanlarla insanlar arasındaki ilişkinin besin, giysi, taşıma ve ulaşım, güvenlik, eğlence, yoldaşlık sağlama gibi amaçları içine alan ve insanoğlunun faydacı yaklaşımının bir ürünü olan sahiplik-mal ilişkisi üzerine kurulu olduğunu anlıyoruz. Etnologlara göre evcilleştirmeyle il­gili üç teori ortaya atılmıştır. Bazı hayvanların tarlalarda bulunan ürünlere yönelmesi neticesinde insanoğlunun tarımsal artıkların temizlenmesi ve ürünün korunması amacıyla köpek ve domuzu evcilleştirdiği görülüyor.  Bir başka teoriye göre hayvanlar bazı batıl inançlardan kaynaklı olarak evcilleştirilmişlerdir. Bazı etnologlara göre ise hayvanların evcilleştirilmesi sosyal statüyü ifade ediyordu. Zira sahip olunan hayvan sayısı kişinin zenginliğinin bir göstergesiydi.

Yukarıda bahsettiğimiz dönemlerde, insan-hayvan ilişkisinin çoğunlukla bazı batıl inançlar, sosyal statü ve ekonomik boyutta olduğu görülmektedir. Ancak Türklerin tarihi dönemler içerisinde mensup oldukları dini inanç sistemlerinden kaynaklanan sebeplerden hayvanlarla sıkı bağlar kurdukları bilinmektir.

Evcilleştir­me, aslında hayvanı önemli doğal savunma mekanizmalarından yoksun bırakan ve bir bakıma onun aleyhine işleyen adaletsiz bir süreçtir. Çünkü hayva­nın morfolojisinde ve davranışların­da önemli değişiklikler ortaya çı­kmaktadır. Evcilleştirilmiş hayvanlar beslenme, korunma ve barınak sağlama için insanlara bağımlıdırlar. Bu hayvanların çoğu insanlar olmadan açlığa maruz kalır, yırtıcı hayvanlara ve hastalıklara yenik düşerler. Tam tersi yaban hayvanları ise yiyecek, barınma ya da diğer temel ihtiyaçlar için belirli insanlara bağlı değillerdir. Evcilleşen hayvan türlerinin, insanların onlara uygun gördüğü ortama uyum sağlayabilmek adına yaban hayatındaki davranışları unutarak yeni davranış biçimleri kazanmaları ve yaban ortamında sahip oldukları içgüdüsel dürtülerini unutmaları nedeniyle onların yaban hayatına geri dönme olanakları da kalmamıştır. Bu bakımdan tüm hayvanların doğal çevrelerinde yetiştirilmeleri ve doğal davranışlarını sergilemelerine olanak sağlamak ve hayvan gönencini geliştirebilmek için hayvanların doğasına saygı duymak gerekmektedir.

Martıların yanında, deniz kaplumbağaları ve Akdeniz’de yaşayan foklar gibi nesli tehlike altında olan canlıların yok olmasının nedeni doğal yaşam alanlarının kalitesinin bozulması ve yok olmasıdır.  Hatta Van Gölü’nde yaşayan binlerce martı açlıktan ve sıcak havadan yaşamını kaybederken, yüzlercesi de zor koşullarda yaşam mücadelesi vermektedir. Aslında bir yaban hayvanı olan martıların davranışlarını, maalesef sokaklarda yaşamını sürdüren diğer hayvanların mücadelelerine benzetmek mümkün. Martıların özgürce yaşamlarını sürdürmeleri gereken tertemiz gölleri ve denizleri yaşanmaz hale getirdiğimiz için onları aslında ihtiyaçları olan besin maddelerini başka yerlerde ararken görmekteyiz. Başka bir ifade ile ne yazık ki martılar şehir hayatının içinde kendi doğalarını kaybetmiş bir biçimde hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar.

Teknolojinin ilerlemesiyle sanayileşme ve çarpık kentleşmenin yayılmasıyla yeşil alanların kaybolması, kara ve denizlerin kirlenmesi, tüm canlıların yaşam alanlarını kısıtlamıştır. Güçlü fırtınalar nedeniyle kuşlar yollarını kaybederek barınacak yer bulamamaktadırlar. Denize atılan zararlı maddeler martıların zehirlenmesine neden olmaktadır. Yaşam alanları yok olan hayvanlar kendi doğalarından farklı davranışlar göstererek yiyecek ve güvenli bir yaşam alanı arayışı için şehirlere iniyorlar. Doğa ile bağı kısmen koparılan ve doğal ortamda yaşama yetisini kaybeden hayvanlar yerleşim yerlerinin içinde ve yakınında zor koşullarda yaşam mücadelesi vermektedirler. Etolojilerine uygun davranışları gerçekleştirmek ve hayatta kalmak için uygun ortamlara sahip olmamaları, düzenli ve yeterli beslenememeleri, sağlık sorunları, kötü muamelelere maruz kalmaları bu hayvanlarının karşılaştıkları önemli sorunlardandır.

İnsanoğlunun, doğaya karşı kuralsız müdahale ederek sadece işgal ettiği alanı yok etmekle kalmayıp etrafını ve kendi çevresinden çok uzaklardaki doğal çevreyi de bozduğu bilinen bir gerçektir.  Bu kuralsız müdahale ve insanın hayvanlara karşı faydacı yaklaşımı kendisine hak görerek yaşam alanını sürekli olarak genişletmesine bağlı olarak birçok canlının soyu ya tükenmiştir ya da sayıları tehlike arz edecek bir noktaya gelmiştir.

Pek çok yaban hayvanı için kendi doğal ortamları insanlara yakın olandan daha güvenlidir. Bu bakımdan yaban hayvanlarının kendi yaşam alanları üzerindeki egemenliklerine saygı duymamız ve onların bölgelerini işgal ve tahrip etmeye direnmemiz gerekir. Vahşi hayvanlara baktığımızda doğal ortamlarında özgürce hareket ederek hayatlarını idame ettirdiklerini görürüz. Evcil yaşamda ise insan, hayvanların yaşadığı çevreyi, beslenmelerini, üremelerini denetim altında tutar. İnsan merkezli yaşam tarzı sayesinde hayvanların evcilleştirilmesi, avlanma, doğal kaynakların kontrolsüzce tüketilmesi, ormanların yok edilmesi, toprak alanların uygunsuz kullanımı ile ekolojik dengenin bozulması, birçok türün neslinin tükenmesi ve maalesef yeni türlerin ve yeni ekosistemlerin oluşması kaçınılmaz hale gelmiştir.

Beslenme, korunma ve neslin devamını sağlama tüm canlıların temel fizyolojik ihtiyaçlarıdır. Bununla birlikte doğanın ve ekolojik dengenin korunması, insanlar kadar bu dünyayı birlikte paylaştığımız diğer canlıların da en temel hakkıdır.

Doğal ortamda meydana gelen artıkları, doğal olduğu için çevrenin temizliğini yapan böcekler, kurtlar, kuşlar bunları kendi besin zincirlerinde kullanarak yaşamlarını sürdürür. Böylece hem çevreyi temizlemiş olur hem de ekolojik dengenin düzenli şekilde devam etmesini sağlarlar.

Diğer taraftan tahrip olan ekolojik denge ile birlikte, içinde barındırdığı değerler de yok olmaktadır. Bir canlının doğal olarak yaşayıp neslini devam ettirdiği yer, o türün doğal ortamıdır. Günümüzde bu alanların insan marifeti ile tahrip edilmesi içindeki canlı türlerinin neslinin tükenmesi tehlikesini beraberinde getirmektedir.

Bunun yanında insanoğlu zaman içerisinde, zarar verdiği doğaya muhtaç olduğunu anlamaya başlamış, doğayı, çevreyi ve hayvanları korumak için hukuki düzenlemeler yapmaya yönelmiştir. Bu anlamda dünyada ve ülkemizde doğal yaşamı, yaban hayatı ve ekolojik dengeyi koruyacak kanun ve yönetmelikler çıkarılmış ve uluslararası sözleşmeler kabul edilmiştir. Bütün bu kanun ve yönetmeliklerin temel aldığı ve insan türü ile diğer türler arasındaki ilişkiler konusunda felsefi bir tutumun ifadesi olan “Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi”, bütün hayvanların yaşam önünde eşit doğdukları, türlerin doğal denge içinde yaşama hakkına sahip olduğunun altını çizmiştir. Özetle bu bildirgeye göre bu dünyada “var olmak” başlı başına zaten bir haktır, hayvanların da özgürce yaşama hakkı vardır ve onların acı çekmesi insanların acı çekmesi kadar önemlidir.

Özetle, dünyamız insanlara ve diğer canlılara ev sahipliği yapmasına karşın, insanın, diğer canlılara kıyasla daha gelişmiş olan biyolojik özelliklerini kullanarak doğanın bütün kaynaklarını sahiplenmesi nedeniyle diğer canlıların yaşam alanlarını yok ettiği ve biyolojik çeşitlilik anlamında büyük bir tehdit oluşturduğu bilinen bir gerçektir. Bu anlamda insanoğlu, antroposentrik yaklaşımlarını biyosentrik yaklaşımlara dönüştürmediği sürece kısa vadede hayvanlar gibi gözükse de uzun vadede kuşkusuz insanlar mağdur olacaktır. Zira insan türü, hayvan sömürmeye bağımlılığını azaltıp onların doğal ortamlarını yok etmeye son vermedikçe bu gezegende hayatta kalamayacağı gün gibi ortadadır.

by Dr. Didem Bacanlı

Yukarı kaydır